author

Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak:

İçeridekiler & Dışarıdakiler: Devletin Kör Noktasında Kalanlar

Hande Çevik

5 Kasım 2022, OPUS XI, Odunpazarı, Eskişehir

I. Giriş

“İçeridekiler & Dışarıdakiler: Devletin Kör Noktasında Kalanlar” başlığı üzerinden giderek sizlere “sınır” kavramından, bu sınırı belirleyenlerden ve bu sınırın içinde ve dışında kalanlardan bahsetmeye çalışacağım. Sınırı, zaman zaman geçirgen, zaman zaman çok daha sıkı örülü bir şekilde kavrıyorum. Kimi zaman da birbirleriyle çakışabilecek, kümelenmelerin birbiri üstüne binebileceği bir hal de alabiliyor.

Sınır, hükümetin, devletin ya da bir ülkenin, idari ve politik olarak diğerlerinden ayrılmasını sağlayan coğrafi bitiş noktası, hudut anlamlarında kullanılır. Komşu il, ilçe, mahalle, köy, lojman gibi coğrafi olarak daha küçük bölgelerin ayrılmasını sağlar. Son, uç anlamına gelebilir.

Marshall, Sosyoloji Sözlüğü’nde “sınır sürdürümü” [boundary maintenance] kavramını, toplumların ya da toplumsal sistemlerin kendileri ile başkaları arasında ayrımlar yapmaya devam etmelerinin yolları olarak tanımlar. Psikolojide ise, sınır kavramı, birey ve çevresi arasında fiziksel ve duygusal olarak bir ayrım yapmayı sağlar. Bu kısım benim sunumda ilgilendiğim bir kısım değil, ama mutlaka kişisel sınırla, devlet sınırları arasında da bir ilişki kurulabilir.

Ben de, bu başlık çerçevesinde bu kavramı düşünürken mekânsal olarak bölünmeyi de içerdiğini, bu bölünmeler çerçevesinde toplanmaların ve ayrışmaların olduğunu vurgulamak isterim.

author

II. Kim İçeride, Kim Dışarıda?

Yeni Türkü’nün “Çember” adlı şarkısından ilhamla, için de ya da dışında olduğumuz çemberi devletin çizdiği bir sınır olarak düşünelim.

Devletlerin sınırlarla bölünmesi ve sınırları belirlemesi, o topraklarda yaşayan ve o devletin “vatandaşı” olan kişileri sınırın içinde yaşayan bireyler haline getirir. O devletin sınırları içinde yaşayan kişilerin devletin vatandaşı olarak yapması gerekenler, sorumluluklar ve yükümlülükler belirlenmiştir. Sınırlarla belirlenen coğrafyada bireylerin huzurlu ve bir arada yaşamasının koşulu olarak hukuk sistemi mevcuttur; devletin bir parçası olan bireyin yapması gerekenler ve sahip olduğu haklar vardır. Tabii, bunları konuşurken, devlet sınırları içinde yer alan vatandaşların bir ulus olarak varsayıldığı; ortak dil, ortak kültür ve ortak değerler vurgusunu içine alan ulus devlet formundan bahsettiğimin altını çizeyim. Yaşadığımız ülke de üniter bir devlet olmasından ötürü ve yüzüncü yılına geldiğimiz cumhuriyet de ulus devlet formunda inşa edildiği için, Türkiye içindeki sınırlar ve içeride olanlarla, dışarıda bırakılanlar incelmeye değer.

Bazı grupların devlet tarafından yok sayılması, bazılarının mercek altına alınması, bu formun gereği gibidir. “Çember” şarkısının sözlerinde olduğu gibi çemberin içinde ya da dışında kalmak söz konusu. Her bir birey o çemberin zaman zaman içinde zaman zaman dışında kalır. Milli Eğitim sisteminde vatandaşlık dersinin üniversite boyutunda dahi devam etmesi boşuna değildir. Devletin çizdiği bu çemberi biz de bireyler olarak yeniden üretmeyi öğreniriz. Bu çemberin sınırları da sabit değildir.

Füsun Üstel, Makbul Vatandaş’ın Peşinde: II. Meşruiyetten Bu Yana Vatandaşlık Eğitimi kitabında, hem Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de hem Fransız İhtilali Sonrası Kıta Avrupası’nda bunu detaylı inceler. Kitabın girişinde bir alıntı var, bunu sizlerle paylaşmak isterim. Cumhuriyetin 75. yıl kutlamalarında Denizcilik İşletmeleri’nin vapurlara astığı bir metin bu: “Elinizdekini atmayın. Yerlere tükürmeyin! Koltukları kesmeyin! (Cep telefonunuzla bağıra bağıra konuşmayın) Sigara içmeyin… Çevrenizi temiz tutun ki; 75 yıl önce Atamızın Cumhuriyet’i kurarken düşlediği İYİ VATANDAŞ OLUN.”

Bugün, devletin gözünde makbul vatandaş kimdir, ya da iktidarın dilinde kimdir? Ben bunu sorarak sınırın dışında kimler kalıyor diye anlamaya çalıştım. Bugünkü vatandaşa sesleniş nasıl olur diye düşündüğümde şöyle bir güncel sesleniş çıktı:

“Milli Mücadele Destanına Giriş: Türk parası değer kaybetse de ona sahip çıkın. Aç da açıkta da olsanız tamah edin!Sabrın sonu selamet olacaktır. Diğer uluslardan ne kadar önde olduğumuzu görün! Avrupa kan ağlıyor. Evlatlarınıza sahip çıkın! Ortak akıl, ortak irade, ortak vicdanla, makbul vatandaş olun!”

Devletin ve hükümetin sözcüleri olarak beliren siyasetçilerin, medya figürlerinin, yönergeleri kaleme alanların ifadelerinde daha binlerce benzeri bulunabilir bu makbul vatandaş tanımına dair. Kimileri de yasalarla, haklar ve özgürlüklerle çelişebilir. Hatta yasalar, uluslar arası sözleşmelerle bile çelişebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı en eski sözleşmelerden biri olan Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin düzenlemesine karşın, 16 yaşında bir çocuk bugün velisinin rızasıyla evlendirilebiliyor, örneğin. Mevcut iktidarın siyasi yönelimlerine göre, hukuk sisteminin sınırları çok çabuk değişebiliyor, dönüşebiliyor. Böyle olunca da makbul vatandaş tanımının sınırları da muğlaklaşabiliyor.

Gelmek istediğim nokta, bu milli bilinç ve vatandaşlık vurgusunda, ortaklaşılamayan, kimi zaman misafir, kimi zaman “bağzı” marjinal gruplar haline gelen bireylerin, grupların, alt kültürlerin dışarıda bırakılması. Ve aslında, aynı sınırlar içinde yaşayan, hemşehri olarak görülmesi gereken kişilerin dışlanması, damgalanması, etiketlenmesi ve bunun sonucunda hem haklarına ulaşamamaları hem de iktidar ve iktidarlaşanlarca şiddete maruz kalması. Üstelik dışarıda kalanların mercek altına alınmasıyla, bu dışlanmanın körüklendiğini de görüyoruz. Devlet tarafından aslında tersine bir mercekle toplumsal sınırın çizildiği ve toplumun görmemesini istediği dışlanan gruplara uygulanan ayrımcılık ve şiddet söz konusu.

Vatandaş sayılmayanlar hep dezavantajlı gruplar oluyor: Devletin normal kabul ettiği çekirdek aile profilinin dışında kalanlar, çocuklar, zaman zaman kadınlar, LGBTİ+’lar, deliler, yani akli dengesi yerinde olmayanlar, yaşlılar, yoksullar, özel gereksinimliler, işsizler, evsizler, vicdani redciler…

Bu gruplar vatandaş olarak hiç kabul görmüyor ya da devlet hiçbir destekte bulunmuyor denemez. Fakat yine de ele alınması gereken noktalar olduğunu düşünüyorum. Örneğin, çocuk hakları bildirgesini Türkiye 1928 yılında imzaladı. Fakat 16 yaşındaki çocuğun velisinin imzasıyla evlendirilmesi de hukuken mümkünse ülkede çocukların her zaman korunduğunu söylemek uygun olmayacaktır. Mesela, mülteci sorununu tartışırken atladığımız bir hukuki durum var: Belediye Kanunu’nun 13. Maddesine göre “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakkı vardır. Yardımların insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulması zorunludur.” Bu tanım, vatandaş tanımından çok daha kapsayıcıdır. Hukuki statüsü ne olursa olsun, bir beldenin sınırları içinde yaşayan herkese hemşehrilik hukuku ile muamele edilmesi gerekir. Fakat ne hukukun temsilcisi olan ya da ona uyması beklenen kurumlarda ne de toplumsal alanda işler böyle yürüyor.

III. Araf: Mülteci Deneyimi

“Mülteci sorunu”, bugün ülke gündeminde sık konuşulan konulardan biri. Medyada göçmen ve mültecilerin Türkiye’de rahat yaşadıkları, haklara sahip oldukları, maaş aldıkları gibi iddialar var. Fakat devlet koruması altında olması gereken, çeşitli ırk, statü ve kırılganlıklara sahip mülteciler için Türkiye’de ve dünyada hayat çok iç açıcı değil. Ne hizmetlere ve haklara erişimleri var, ne devlet yardımı alıyorlar, ne de (zannedildiğinin aksine) önümüzdeki seçimlerde oy verecekler.

Öncelikle, mülteci her daim araftadır: Coğrafi olarak, haklar bakımından ve ruhsal olarak arada kalmıştır. Düşünün ki bir ülkenin vatandaşısınız ve orada zulme uğradığınız için başka bir ülkeye sığınmak zorundasınız. Sığınma talebi için de mutlaka bir ülkenin vatandaşı olmanız gerek. Kayıtsız bir göçmen bile olsanız, elinizde bir kimlikle gitmelisiniz; size nereli olduğunuz sorulacaktır sığınmak istediğiniz ülkenin görevlilerince. Maruz kaldığınız zulmü de belgelemeniz gerekecek. Şiddet, tecavüz, cinsel yönelimden kaynaklı ölüm tehdidi, dinsel ayrımcılık, azınlık olmaktan kaynaklı şiddet… Sığındığınız ülke size önce mülteci hukukunun hayli sınırlı haklarını teslim ederler. Sığınılan ülkeden üçüncü bir ülkeye gönderilmek de mümkün, ama gönderilmemek daha olası, zira bu zorunlu bir hak değil. Yani mülteciyseniz sürekli bir araftasınız. Hukuki kimliğiniz, bu ülkenin vatandaşı olanların erişebildiği tüm haklara sizi eriştirmez.

author

Medyada popüler siyasete malzeme olsun diye yapılan yanlı haberler hukuki gerçeklerle örtüşmüyor. Kurumlarca paylaşılan istatistikler ve sayılar da bunca insanın bu toplum içindeki deneyimlerini yansıtmıyor. Hem haberlerin hem de sayıların eleştirel bir yoruma tabi tutulması bizi hakikate daha yakın, gerçek hikayelere taşıyabilir.

2022’nin Ocak ayında başlayan adres tahkikatı ile tüm mülteciler belirtilen adreslere taşınmak zorunda. Şu an Türkiye’deki belli başlı mahalleler ve iller, mültecilerin barınmaları için kapalı. Fakat kiralar yükseldiği için açık mahallelere taşınmak da kolay değil. Bu uygulamanın amacı, mültecilerin yaşadıkları yeri tespit edebilmek; kümeleşmelerini ve olası çatışmaları önlemek olabilir. Eskişehir’de olmasa da Mersin, Adana, Gaziantep gibi Suriye sınırına yakın, yoğun mülteci nüfusa sahip illerde ikamete kapalı mahalle sayısı daha fazla, açık mahalle sayısı daha az. Mülteci ikametine kapalı mahallelerden açık mahallelere binbir güçlükle taşınmak zorunda kalıyor insanlar.

author

Sadece mahallelerin nüfus planlamasında değil popüler siyasi söylemde de mülteci hep araftadır. İktidardakiler de muhalefettekiler de hiçbir hukuki ve siyasi plana işaret etmeden mültecilerle ve sınırlarla ilgili söylemler üretiyor. Çoğunlukla da dışlayıcı söylemler bunlar.

İlgili ve ilgisiz kurumlar da bu söylemleri yeniden üretiyorlar. Örneğin İl Göç İdaresi’nin dergisinde yayımlanan bir afişte bir mülteci kampında gülümseyen bir çocuk görselinin altında şunlar yazıyor: “Merhametin ve insanlığın son kale olduğu bu topraklarda, göçü önlemeyi değil, yönetmeyi tercih edip ekmeğimizi, aşımızı paylaştık. #BüyüksünTürkiye diyerek çıktığımız bu zorlu yolda: TANISAN SEN DE SEVERSİN.” Bu çocuk mülteci değil Kürt de olabilirdi, Ermeni de olabilirdi. Sadece tanıdıklarımızı mı seviyoruz? Sınırlar tanışıklık üzerinden inşa ediliyorsa, kim kimi tanıyacak ve sevecek?

Devletin gözü, bizim yerimize bu tanıdıklık kararını veriyor. Devlet, seçici görmeyi ve ötekilerin görülmesini önlemeyi sağlayan, körleştirici bir mekanizma işletiyor. Hepimiz her an muhalif görülüp, sobelenebiliriz. “Bağzı marjinal gruplar” devletin hazzetmediği söylemleri üreten, pratikleri yaşayan kişileri kapsıyor. Bizim kavrayışımızdaki “göçebe” kavramıyla, her an hepimiz devletin kör noktasına düşebiliriz. Bunun için de hukuk devleti yeni kanunlarla çözüm bulmaya çalışıyor:

BASIN KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN

MADDE 29- 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununa 217 nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki madde eklenmiştir.

“Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma

MADDE 217/A- (1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.

(2) Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”

Bu ucu açık maddeden dolayı her an, muhalif görülen biri dışarıda bırakılabilir; arafta kalabilir.

IV. Görmek ve Görmemek

Bu noktada tekrar makbul vatandaşa dönerek, Butler’ın Kırılgan Hayat adlı kitabında sorduğu soruya dönmek isterim. Sadece vatandaş değil insan sayılan ve sayılmayanlar, ölümüyle bile var olamayacaklar için soruyor Butler: “Kimin yaşamı insan yaşamı olarak sayılır ve kiminki sayılmaz? Kimin yası tutulabilir?” Butler’ın Irak savaşından sonra ABD’de devletin savaş görüntülerini halka sunarken savaşın gerçek görüntülerini sansürlemesi (ki Butler buna devlet dramaturjisi adını veriyor) boşuna değil. Irak savaşından sonra Ebu Gureyb Cezaevi’ne konan kişiler işkenceye maruz kaldı; Guantanamo kampındaki askeri suçlular, uluslararası hukuk tarafından korunmadılar.

Aslında, hikâye tanıdık. Faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden Cumartesi Anneleri 27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda toplanıyor. Geçtiğimiz hafta Eskişehir Okulu’na misafir olan Feray Salman, insan hakları üzerine yaptığı sunumda, Türkiye’nin zorla kaybedilmeye ilişkin uluslararası sözleşmeyi yıllardır inatla imzalamadığını aktardı.

Düşman askerleri, rejim muhalifleri, mülteciler dışarıda bırakılanların bir kısmı sadece. Devletin bir yandan görmezden geldiği, popüler siyaset için ise malzeme ettiği bir mesele daha var: Dışlanmış cinsellikler ve toplumsal cinsiyet. Bu da beden üzerindeki tahakkümle ve toplumu kışkırtmayla birlikte ele alınıyor. Siyasilerin çok sevdiği “Sınır namustur,” gibi ifadeler, bedenin sınırları için yeniden yürürlüğe girebiliyor. Ayıplanan, yuhalanan, marjinal ilan edilen bir grup var. Bunlar hem içeride, hem dışarıda. Ama makbul vatandaşlar değiller. Bununla ilgili; KAOS Q+’ın 2016’da çıkan “Sınır” temaslı sayısından bir makaleyle ilgili üç beş kelam etmek isterim. Filipinli akademisyen yazar Martin F. Manalansan’ın “Queer Kesişmeler: Göç Çalışmalarında Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet” adlı makalesinde, cinselliğin, sadece üreme amaçlı cinsellik, perhiz, istismar ve tecavüzle sınırlı değil, normatif şekilde toplumsal cinsiyetlendirilmiş aile hayatı ve hoşlanmanın sürdürülmesini de kapsadığına vurgu yapar. Yakınlarda düzenlenen LGBTi karşıtı mitingin tanıtımında kullanılan sloganı anımsayalım: “Anne, baba, evlatla hep mutlu.” Burada da heteronormatif, hatta çocuklu aile mitiyle bir sınır çizilmiş durumda ve bunun dışında kalanlar istenmiyor, ayıplanıyor, sapkın ilan ediliyor.

Bahsi geçen makalede Manalansan, göç çalışmalarında cinselliğin, vatandaşlığın ve ulusun oluşumu ve tanımlanmasındaki kurucu role de işaret ettiğini söyler. Göç araştırmalarında ve kavramsallaştırmalarında cinsellik, sosyal, ekonomik ve kültürel pratiklerle birlikte düşünülmelidir. Çekirdek ve biyolojik aile algısının merkeze alınması sorunludur.

author

V. Göçebenin Direnişi

Hem cinsellik hem de vatandaşlık bağlamında arafta kalanlar, devletin bakışıyla ve güçleriyle karşılaştıklarında kendi taktiklerini, direnişlerini uygulamaya koyuyorlar elbette. Her yıl yasaklanan Onur Yürüyüşlerini, LGBTi eylemlerini ele alalım. Komüniste her yıl bu eylemleri gerçekleştirmek için yaratıcı, dayanışmacı, bir aradalığı odağa koyan, neşeli (komünitenin dilinde “gullüm”le) direniş örnekleri sergiliyor. Örneğin geçen sene Taksim’deki eylemler yasaklandığında eylemci grup “Konum değişikliklerini bildireceğiz lubunya; takipte kal,” bildirimiyle eylemi merkezsizleştirdiler; bir araya gelebildikleri her yerde slogan attılar, göbek attılar, online buluşmaları sürdürdüler, malum bakışın süzgecinden sızarak bir araya gelmenin yollarını aradılar ve buldular. Bu tavrın örnek alınası bir tavır olduğunu düşünüyorum.

author

HANDE ÇEVİK

1990, Bursa doğumlu. Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji lisansını, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Bir süre öğretmenlik yaptı. Öyküleri Sözcükler Dergisi, Rağmen Dergisi ve KulturaLitera gibi online platformlarda yayımlandı. Beş yıldır sivil toplum kuruluşlarında insani yardım alanında çalışma hayatına devam ediyor.

Instagram için OP.XI Tıklayın

adres: Akcami Mah. Dedelek Sk. No:11, 26030 Odunpazarı/Eskişehir

e-posta: opusonbir@gmail.com