Giriş
OPUS XI inisiyatifinin hazırladığı Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak projesinin açılış seminerine hoşgeldiniz. Yerinde Duramayan Kavramlar başlıklı bu seminerde OPUS XI inisiyatifini ve Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak projesini tanıtmayı ve projenin kavramsal altyapısına bir girizgah yapmayı amaçlıyorum.
Adım, Osman Şişman. Felsefe ve tasarım eğitimi aldım. 2016’ya dek üniversitede çalıştım ve Barış Bildirisi imzacısı olduğum için atıldım. OPUS XI inisiyatifinin etrafında toplandığı Yort Kitap’ın kurucusuyum. Yort’ta 2019-2022 yılları arasında 18 adet kitap yayımladık. Güncel düşünce, sinema kuramı, tasarım ve edebiyata odaklanmış bağımsız bir yayıneviydi Yort. Kitaplarımızın büyük bir kısmını açık erişime sunduk. www.yortkitap.com adresinden erişebilirsiniz.
OPUS XI, Eskişehir’de sanat, tasarım ve düşünce alanlarında uğraş veren kişilerin kurduğu bağımsız bir inisiyatif. Seminerler, atölyeler, sergiler, konserler düzenliyor; mümkün olduğunda kitap yayımlıyor. Şimdiye dek gerçekleştirdiğimiz etkinliklere dair ayrıntılı bilgiye www.opusonbir.com adresinden erişebilirsiniz.
Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak,bir AB projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı tarafından desteklenen bir seminerler ve atölyeler dizisi. Eylül 2022-Mart 2023 tarihleri arasında Eskişehir’de gerçekleşecek çalışmaların ürünleri, bir tasarım ve sanat sergisinde izleyiciyle buluşacak.
Proje, sadece çeşitli sebeplerle yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmış ya da terk etmeyi seçmiş olanları değil, devletlerin vatandaşlık tanımının dışına taşan deneyimlere sahip olan herkesi “göçebe” olarak nitelendiren bir kavramsallaştırmayı temel alıyor. Bu perspektifle, mülteciler, cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle toplumsal alandan dışlananlar, siyasi tercihleri nedeniyle vatandaşlık ve kent haklarından faydalanamayanlar ve muhalifler de (yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmamış da olsalar) göçebedir.
Halka açık bir şekilde gerçekleştirilecek Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak Seminerleri, günümüzde gitgide daha görünür ve yakıcı hale gelmekte olan göçmenlik olgusunun tarihine, çeşitli biçimlerine, birey ve toplulukların hayatında yarattığı olumsuz etkilerin kaynaklarına yöneliyor.
Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak Atölyeleri, bu dışlama mekanizmasını tersine çeviren bir göçebeler ulusu tahayyülünü yaratıcı süreçlerle inşa etmeyi hedefliyor. Başvurular arasından seçilecek atölye katılımcılarının kolektif ve yoğun bir süreçte ortaya çıkaracağı ürünlerin, “göçebe düşüncenin” zihin açıcı tasarımsal ve sanatsal temsilleri olmasını ve başka bir toplumu birlikte hayal etmeyi mümkün kılmasını umuyoruz.
Proje, mimarlık eğitimi almış ve şu an Tepebaşı Beşediyesi’nde imar müdürlüğü yapmakta olan Eşref Taner İlerde, mülteci LGBTi’lerin sorunlarıyla ilgilenen bir STK’da çalışan sosyoloji mezunu Hande Çevik, vicdani redci olduğundan ötürü sivil ölüm deneyimini zorunlu olarak yaşayan Adem Dağlar ve bendeniz tarafından tasarlandı.
Seneler evvel, Harun Kaygan ve Aren Emre Kurtgözü ile hayal ettiğimiz ve bir türlü gerçekleştiremediğimiz Bir Ulus Tasarlamak başlıklı fikirden ve Rauf Kösemen’in ulus tasarımına ilişkin çalışmalarından ilham aldık ve o fikri bir hayli dönüştürüp geliştirdik. Onları da burada anmak isterim. Muradımız, tasarımsal ve sanatsal gereçlerle, kendi muhayyel göçebeler ulusumuzun kültürel ve tasarımsal donatıları üzerine spekülasyonlar yapmak; bu yolla mevcut dışlayıcı ulus kurgularının kötücül yönlerini ifşa etmek.
2. Muhayyel Yerleşikler, Fantezi Göçebeler
Göçebeler Ulusu terimi, ilk bakışta bir oksimoron gibi görünebilir. Zira ulus devletler, halklarını inandırdıkları kurucu mitlerini kısalı uzunlu bir göçebelik sürecinden sonra bir yeri yurt edinme, oraya yerleşme, orayı sahiplenme üzerinden kurarlar. Ulus, çok eskiden göçmüş, ama bir daha asla göçmeyecekmişçesine yerleşmiş olandır.
Bugünkü tecrübemiz, yerleşiklik iddiasını pek de destekler gibi değildir, halbuki. İnsan
türünün büyük çoğunluğunun bedenleri, zihinleri, sahip olduğumuz bilgiler, emeğimiz,
kabaca sermaye diye adlandırabileceğimiz her tür birikimimiz, hatta genlerimiz sürekli
seyahat halindedir. Kullandığımız nesneler dünyanın bir ucunda tasarlanır, bir başka
ucunda üretilir ve uzun yolculuklardan sonra onları aldığımız piyasaya, sonra da mülkiyet
listemize dahil olurlar. İnternet üzerinden bir başka kentteki ya da ülkedeki müşterilerimize
iş yapar göndeririz. Kimi zaman tatil, eğitim, iltica, yaşamsal tercih gibi nedenlerle ülkenin
ve dünyanın başka yerlerine göçeriz. Şehir içinde de hiç durmaz, sürekli hareket ederiz.
Yerleşikliğin bir tecrübe değil, bir hayal olduğunu, tecrübemizin gerçek koşullarına karşın
yerleşik olduğumuza inanmak için çok kuvvetli telkinlere maruz kalmamız gerektiğini
düşünüyorum. Bu telkinlerin işe yaraması için kullanılan gereçlerin ne olduğunu ve nasıl
çalıştığını tespit etmenin, Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak projesinde, özellikle de atölye
çalışmalarında çok faydasını göreceğiz.
İnsan türü, yaşamını sürdüren bedenlerinin biçimleri, arzuları, yetileri ve zayıflıkları üzerine
kestirimler yapan, giderek kurallar dayatan muazzam bir söylem setinden inşa edilmiş bir
medeniyetin tebası. Kavramlara, kurumlara, nesnelere sirayet eden bu söylem seti, bedeni
hakimiyeti altına aldığında, insan öznesi ortaya çıkıyor. Bunlar iş görmeden özneleşme gibi
bir şey mümkün değil. Kimi belirgin, kimi muğlak olan; kimi çok açıkça şiddet içerek, kimisi
ise özneler tarafından benimsendiği, içselleştirildiği için görünmez olan bu kendilik
pratiklerine, bu idare gereçlerine, bu mikro ve makro-politik müdahalelere, Foucault ve
Agamben’i takip ederek dispozitif adını verebiliriz.
Dispozitiflerin kimileri hayli somuttur: Örneğin, modern hastane, okul, hapishane gibi
mimari yapıların hepsi, içine kapatılan kusurlu, eksik, günahkar, suçlu bedenleri tek bir
noktadan gözetleyen ve bu gözetleme marifetiyle onların ıslahını öngören bir ilkeye dayalı
olarak inşa edilmiştir. İçinde dolaşan ya da içine kapatılanların duvarların ve koridorların
organizasyonu olarak tecrübe ettiği mimari planlar, bedenler ve zihinlere dair değişmez
kabullerini dayatan fikirlerin vücuda gelmiş halidir. Her gun kullandığımız tüketim
nesnelerinin hepsi onları kullanacak olan insanlarının bedenlerinin ölçülerine, bedensel ve
zihinsel potansiyellerine, bir işlevi yerine getirmek için takip edecekleri süreçlere ilişkin
kestirimlerden yola çıkarak tasarlanır ve elbette o kabulleri kullanıcılara dayatır. Bedenlere
ve zihinlere göre tasarlandıklarını ileri sürerler ama aslında bedenlerin ve zihinlerin
tecrübelerini inşa ederler. Bu yüzden onlar da birer somut dispozitiftir.
Soyut dispozitiflerden de örnekler verelim: Dinlerin ve etik öğretilerin sürekli yeniden
ürettiği utanç, pişmanlık, günah gibi kavramlar da, milli eğitim tedrisatının hayat bilgisi ve vatandaşlık derslerinde önerdiği makbul vatandaş olma yönergeleri de, bedensel ve
zihinsel farkındalık salık veren güncel new age öğretileri de soyut dispozitifler içerir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında nasıl iyi vatandaş olunacağına dair kamusal kurallarla modern
insan imgelerini bir araya getiren İhap Hulusi afişleri de logosunun altında "Türkiye
Türklerindir” cümlesi yazan ana akım gazetesi de birer dispozitiftir.
Hasılı, öznelliğimizi kuran tüm soyut ve somut söylemler seti, bedenimizin ve içinde
bulunduğumuz doğanın hakikatinden uzak, toplumsal disipline hizmet eden kolektif
fanteziler içeren dispozitiflerdir ve ancak onlar sayesinde insan öznesi oluruz. Walter
Benjamin’in meşhur cümlesi, dispozitifler ve şiddet üzerine çok mühim bir şeyi hep
hatırlamamıza yardımcı olacaktır: “Hiçbir medeniyet vesikası yoktur ki aynı zamanda bir
zulüm vesikası olmasın.” Yaşamsal işlevlerin bir türün bedeninde bir araya gelişinden
ibaret olan insan bedeninden bu kadar karmaşık bir kültür kurmanın tek yolu, idare
gereçlerinin şiddetli müdahaleleriyle onu disipline etmekten geçer.
Sadece makbul vatandaş tanımları değil, bu tanımın dışında kalanlara, tüm ötekilere dair
kanılar ve inançlar da tecrübeden ziyade kolektif fantezilerin ürünüdür. Her ikisini de
yaygınlaştıran neşriyat sosyo-teknolojisinin ne kadar güçlü bir gereç olduğuna değinmeden
geçmeyelim: Ulusların inşasında gazetelerin, önceki büyük paylaşım savaşları
dönemlerinde ulusalcı fikriyatın ve hissiyatın yayılmasında radyoların, bugün
dezenformasyonun en kuvvetli kanalı olan televizyonun ve internetin çok etkili dispozitifler
olduğunu not edelim. Fotoğraf mecrasının ulusçu tahayyüle bereketli malzemeler
sağladığını, bunu da imgenin temsil gücüne yaslanarak yaptığını da ekleyelim. Sözgelimi,
Steve McCurry’nin onlarca yıl önce çektiği ve dönemin National Geographic dergisinin bir
sayısında yayımlanan fotoğrafı, “Afgan kadını” dediğimiz zaman aklımıza gelen ilk imgedir.
Josef Koudelka, Jacques Leonard, Tony Gatlif gibi sanatçıların fotoğraf ve sinemada
yarattığı Roman tahayyülü de hepimiz için temsil gücü yüksek örneklerdir ve gerçek
tecrübenin elbette uzağında bir fanteziyi beslerler. Romanların kendi cemaatleri içinde ve
toplumun geri kalan kısmıyla toplumsal ilişkilerine dair kolektif kanılar (yasadışı işlerle
uğraşmaları, günlük yaşamaları, mahremiyete ilişkin umursamaz tutumları gibi olumsuz
kodların yanı sıra müzikal yetenekleri ve neşeli hayatları gibi olumlu atıflar) hem çeşitli
neşriyatın yazılı, görsel ve işitsel gereçleriyle hakim kılınan imgelere yaslanır. Benzer
şekilde, siyahilerin bedenlerine dair söylemler de (hem sportif hem de seksüel anlamda
yüksek performans miti) öteki imgesinin parçalarıdır.
Bizim odaklanacağımız “göçebe” figürü için de aynı şeyler geçerlidir. Özellikle
Ortadoğu’daki savaş bölgelerinden Türkiye’ye göçmek zorunda bırakılmış mülteciler ve
göçmenlere ilişkin ayrımcı, aşağılayıcı söylemlerin toplumun tüm kesimlerinin ortaklaştığı
korkunç bir fantezi haline geldiği günümüzde, ötekine dair imgenin ve kanıların, bireylerin
tecrübelerinden değil, ideolojik araçların etkin kullanımıyla dolaşıma sokulan baskıcı siyasi
amaçlardan türediğini hatırlatmayı hem gündelik hayatımız için hem de projemiz için
önemli buluyoruz.
3. Göçebe Türleri
Mülteciler, kayıtdışı ya da kağıtsız göçmenler “göçebe” figürünün örnekleridir. Ama
başlangıçta söylediğim gibi, hem bugünün ekonomi-politik koşullarından ötürü, hem de
devletlerin makbul vatandaş tanımlarının özellikle bizimki gibi ülkelerde faşizan eğilimlerin
etkisiyle bir hayli daralması, neredeyse herkesi göçebe adayı haline getirmekte. Hatta
devletler makbul vatandaşlarını zorunlu göçebeler olarak ülke içinde ve ülke dışında seferber de ederler. Zorunlu şark hizmeti yapan polisler, öğretmenler, hekimler de
göçebedir; sömürge ülkelere gönderilen ve dini-siyasi programların gerçekleştirilmesine
katkı sunan misyonerler de. Dünyanın öbür ucuna savaşmaya gönderilen askerler de
göçebedir, her gün yaşadıkları yerin kilometrelerce uzağına gidip gelmek zorunda kalan
emekçiler de. Turistler de göçebedir, başka ülkelerde daha iyi koşullarda çalışmaya ve
yaşamaya karar veren eğitimli çalışanlar da. Tarihte yerleşiklerin karşıtı olarak sunulan
barbarlar, eşkiyalar da göçebedir, dinlerin ortodoks çemberinden çıkıp özgün heterodoks
yorumların savunuculuğunu yapan mülksüz dervişler de.
Devletin “vatan” olarak adlandırdığı ve gözetim, denetim, disiplin ve emek sömürüsü
hatlarıyla döşediği sınırlı alanlar, yani kodlanmış mekanlar, yerleşiklerin maruz kaldığı,
göçebelerin de sınırlarına bir girip bir çıktığı yerlerdir. Night Shyamalan’ın The Village adlı
filminde, hayali bir cemaatin, sınırlarının içinde ve dışında olanları radikal bir şekilde
birbirinden ayırarak kodlamasının bir örneğini görürüz. Şehir hayatının kaosu içinde,
yüksek suç oranlarının olduğu kentlerde yaşarken yakınlarını suç vakalarında kaybeden
varsıl bir grubun güvenlikli bir araziye, bir ormanın içine bir köy kurduklarını ve birkaç
yüzyıl öncesinin olanaklarıyla muhafazakar bir düzen içinde yaşadıklarını sonunda
öğrendiğimiz filmde, cemaatin genç neslinin köyden ayrılıp gerçek dünyayı görmelerini
önlemek için canavar ötekiler icat edilmiştir. Köydeki beklenmedik bir hastalığa çare
bulmak için köyün bilge yaşlılarından birinin görme engelli kızı, ilaç almaya modern
dünyaya gönderilir. Sınırın dışında kalan öteki hayatın niteliklerini göremeyecek olması,
onu uygun bir ulak yapan niteliktir. Ötekini gerçekte görmemek, onunla ilişki kurmamak,
tecrübe yaşamamak, onunla ilgili inşa edilen tahayyüle ve söyleme inanmak, ulusun
makbul vatandaşı olmanın gereğidir.
Coğrafi ve hayali sınırların kodlanması gibi, zamansal ve tarihsel bir kodlamadan da
bahsedilebilir. Sözgelimi, Beforeigners adlı Norveç dizisinde, ülkenin çeşitli çağlarından
gelen binlerce zaman mültecisinin Oslo körfezinde tuhaf bir şekilde suyun yüzüne
çıkmalarını ve modern Norveç toplumunda kendi cemaatlerini kurmalarını izleriz.
Demokratik ve siyaseten doğrucu tavırlar benimsemek zorunda hisseden kurumların
zaman mültecileri için geliştirdiği entegrasyon ve asimilasyon politikaları, emniyet
teşkilatında Viking döneminden günümüze gelen bir kadın polisin önemli bir detektiflik
konumuna atanmasını bile sağlayabilmiştir. Bir yandan uyum süreci, bir yandan da
geçmişten gelenlerle günümüzde yaşayanlar arasındaki kültürel farkları, ilerlemeci
perspektifin eleştirel bir parodisi içinde sunulur. Bu senaryo, günümüzde başka ülkelerden
gelen mültecilerin yaşam biçimleriyle ilgili ilkellik, medeniyet yoksunluğu, pislik, ahlaksızlık,
suça meyil gibi önyargıların da başarılı bir temsilidir. Kendilerini “modern” zanneden
toplumlar, marazlı bir zamansal kodlamayla göçmenleri az gelişmiş bulur.
4. Şeylerin Göçü
Mimarlıktan, tasarımdan, sinemadan örnekler vermemin iki nedeni var. İlki şu: Bizim
projemizin gereçleri de bu mecralarda yoğunlaşacak. İkinci ve belki de daha önemli neden
ise, bu mecralardaki yaratıcı üretimlerin devletin ve kurumların tahakküm aracı olarak
kullandığı dispozitiflerin mekanizmasını ifşa etme potansiyeline sahip olması. Bizim de
muradımız, yerleşik ve kurumsal kavramların ve estetik gereçlerin karşısına sanatın ve
tasarımın kodlanmaya direnen, hareket halinde, akışlara duyarlı gereçlerini koymak;
ironiyle, parodiyle, göçebe düşünce gereçleriyle yaratıcı üretimler yapmak; bu yolla
bedensel ve bireysel tecrübelerimize yaslanarak kendi göçebe fantezilerimizi
dışlayıcılıktan ve zulümden münezzeh bir kurguda inşa etmek.
Birkaç güncel sanat örneğiyle devam edelim: Eda Gecikmez, geçtiğimiz aylarda
Ankara’daki Alman Kültür Merkezi’nin camekanında bir serisini sergiledi. “Kuş Görülmez,
Fakat Sesi Ağaçtadır” adlı bu seride, Gecikmez’in Ortadoğu’daki zorunlu göçü kavrayışı
hayli zihin açıcıydı, çünkü insan-merkezci bir bakıştan uzaklaşıyor ve Suriye’deki savaş
yüzünden kuzeye göçen başka varlıklardan birine, Arap bülbülüne odaklanıyordu.
Meşhur
güncel sanatçı Ai Wei Wei de birkaç eserinde göç meselesine nesneler üzerinden
değinmeyi tercih ediyordu. Avrupa’daki sanat ortamlarına yığdığı can yelekleriyle "şeylerin
göçü” üzerine düşünmemizi sağlıyordu.
2012’de Çanakkale Bienali için bir takanın üzerini
Ege Denizi’ni geçmeye çalışırken hayatlarını kaybeden kaçak göçmenlerin künyeleriyle
bezeyen Kaliopi Lemos’un çalışması da bu bağlamda değinilmeye değer bir iş. Hatta bu
işin o dönem o sergiyi birlikte gezdiğim pek kıymetli bir arkadaşıma ve bana ironik bir
güncel sanat işi için ilham verdiğini de aktarmalıyım size: Bu faciaya yönelik toplumsal
tepkilerin güçsüzlüğü, bizi bir performans tasarlamaya itti. Bir kıyı kentinin belediye yüzme
havuzunda, Türkiye’de adı sanı bilindik aydınların, akademisyenlerin ve güncel
sanatçıların ülkedeki kaçak göçmenlere yüzme dersi verdiği bir performans olacaktı bu.
Yazıların, görüşlerin, eleştirilerin, sanat eserlerinin uluslararası ve kitlesel bir cinayet
karşısında ne kadar hükümsüz kaldığını göstermeyi ummuştuk. Tabii ki gerçekleşmedi bu
tasarı.
5. Bizim Göçebelerimiz
Sunumumun başında da belirttiğim gibi, biz mevcut siyasi sahneyi kaplamış, dışlayıcı ve
şiddet içeren büyük lafları bir kenara bırakmayı ve kendi tecrübelerimizden yola çıkarak
muhayyel bir göçebeler ulusu tasarlamayı arzu ediyoruz. Göçebeliğe atfedilen sıfatların
bugün yerleşik olduğu iddia edilen kurumların marazlı yapısını ortaya serdiği, önyargıları
deşifre ettiği; bilme, görme, eyleme ve yargılama biçimlerimizi dönüştürdüğü bir düşünce
egzersizi hayal ediyoruz.
Elbette her düşünce egzersizinde olduğu gibi bizimkinin de epistemolojik, estetik, politik ve
etik veçheleri var. Benim seminerim ve atölye çalışmam epistemolojiye odaklanıyor. Bu
seminerin sonunda anacağım ve atölye çalışmalarında derinleştirmeyi deneyeceğim
kavramlar setiyle muhayyel bir göçebeler ulusunun gezgin, akış halinde, mutlaklardan ve
sabit yargılardan uzak, kavrayıcı bir dile, kültüre, yasaya nasıl erişebileceğini sınamak
istiyorum. Eşref Taner İlerde, kentin ve mimarlığın devlet ve kurumlar tarafından dışlayıcı
ve disipline edici bir gerece döndürülmesi meselesine odaklanacak. Hande Çevik, özellikle
Türkiye bağlamında göçmen siyasetinin hem ırksal hem de cinsel kimlik açısından kimleri
hangi gerekçelerle görmezden geldiğini ve bu körlüğü nasıl yaygınlaştırdığını tartışacak.
Adem Dağlar da vicdan meselesini gündeme getirecek ve gezgin bir etiğin olacağını
araştıracak.
Biz, elimizdeki sınırlı olanaklar ve güçlerle, göçmen meselesini baskıcı siyasetin
yüklerinden arındırıp göçebelik metaforu üzerinden tartışmayı deneyceğiz. Göçmenlerin
yaşam koşullarını iyileştirmek ya da onların güzergahlarına ilişkin kararlar almak, bizim
harcımız değil ve olmamalı. O yüzden de daha soyut ve hayali bir yerden, sanat ve
tasarımın alanından seslenerek; göçmenlik deneyiminin olabildiğince fazla gerçek yönünü
tasarımlarımıza katmayı deneyerek sürdüreceğiz çalışmalarımızı.
6. Yerinde Duramayan Kavramlar
Bu tasarımı hayal ederken kimi ilham kaynaklarımız var tabii. Kalıcı ve sabit olanın
düşüncesine, tasvirine, temsiline yönelik kurumsal düşünce yerine her daim akışta olan
şeylerin dinamiklerine, onları o akışa süren kuvvetlerin tahliline yönelen göçebe düşünce
fikri, belki de en önemli ilhamımız. Bedenleri, nesneleri, emeği, zihinsel enerjiyi bir araya
toplayan ve farklı yönlere dağıtan süreçleri, kinopolitik bir perspektifle tahlil etmek
mümkün. Fikirlerin, kavramların sabitlendiği ve neredeyse kasıla kasıla poz verdiği bir
düşünce sahnesi yerine akışların kavranmaya çalışıldığı bir tecrübeyi hedefliyoruz. Böyle
olunca, estetik yargıların da imajlar değil tavırlar üzerinden geliştirildiği bir alana dahil
olmayı umuyoruz. Devletin ve kurumların akışta olanı durdurarak, kodlanamayacak olanı
kodlayarak, saçılmakta olanı disipline edip toplayarak ve sömürerek giriştiği şiddetli
eylemler yerine kitlelerin birlikte yürüme hızında dünya üzerinde seyrüsefer eylediği bir
sahneyi hayal ediyoruz. Kalıcı mülkler yerine küçücük bir çantada yanımızda
taşıyabileceğimiz yolculuk erzaklarını ve kurucu öğeleri bulmaya çalışacağız. Düz anlamlar
yerine metaforları, düz cinsellikler yerine trans cinsellikleri gözden geçirmek de zihin açıcı
olabilir. Bize sunulduğu haliyle mevcut gerçekliğin hakim siyasetin fantezileri olduğuna
değinmiştik; biz kendi ölçeğimizde, kendi tecrübemizden neşet eden kapsayıcı ve
olumlayıcı göçebe fantezileri kurmak istiyoruz. Egemen siyasetin stratejilerini yeniden
üretmek yerine yaşamsal taktikleri araştırmak istiyoruz.
Bugünlük söyleyeceklerim bu kadar. Sonraki seminerlerde ve atölye çalışmalarında bu
konuştuklarımızı ve daha fazlasını açımlayabilmeyi umuyorum. Sabrınız için teşekkür
ederim.
OSMAN ŞİŞMAN
1979, İzmir doğumlu. Tasarım ve felsefe eğitimi aldı. 2017'de Barış Bildirisi imzacısı olmasından ötürü atılana dek üniversitelerde ders verdi. Çevre mücadelesi, insan hakkı ihlalleri ve mesleki örgütlenmelere dair belgesellerin yapım ekibinde yer aldı. 2019-2022 arası, açık erişime meftûn bağımsız bir yayınevi olan Yort Kitap'la uğraştı. Faaliyetini Opus XI'de sürdürüyor.