I. Giriş
“İçeridekiler & Dışarıdakiler: Devletin Kör Noktasında Kalanlar” başlığı üzerinden giderek sizlere
“sınır” kavramından, bu sınırı belirleyenlerden ve bu sınırın içinde ve dışında kalanlardan
bahsetmeye çalışacağım. Sınırı, zaman zaman geçirgen, zaman zaman çok daha sıkı örülü bir
şekilde kavrıyorum. Kimi zaman da birbirleriyle çakışabilecek, kümelenmelerin birbiri üstüne
binebileceği bir hal de alabiliyor.
Sınır, hükümetin, devletin ya da bir ülkenin, idari ve politik olarak diğerlerinden ayrılmasını
sağlayan coğrafi bitiş noktası, hudut anlamlarında kullanılır. Komşu il, ilçe, mahalle, köy, lojman
gibi coğrafi olarak daha küçük bölgelerin ayrılmasını sağlar. Son, uç anlamına gelebilir.
Marshall, Sosyoloji Sözlüğü’nde “sınır sürdürümü” [boundary maintenance] kavramını,
toplumların ya da toplumsal sistemlerin kendileri ile başkaları arasında ayrımlar yapmaya
devam etmelerinin yolları olarak tanımlar. Psikolojide ise, sınır kavramı, birey ve çevresi
arasında fiziksel ve duygusal olarak bir ayrım yapmayı sağlar. Bu kısım benim sunumda
ilgilendiğim bir kısım değil, ama mutlaka kişisel sınırla, devlet sınırları arasında da bir ilişki
kurulabilir.
Ben de, bu başlık çerçevesinde bu kavramı düşünürken mekânsal olarak bölünmeyi de içerdiğini, bu bölünmeler çerçevesinde toplanmaların ve ayrışmaların olduğunu vurgulamak isterim.
II. Kim İçeride, Kim Dışarıda?
Yeni Türkü’nün “Çember” adlı şarkısından ilhamla, için de ya da dışında olduğumuz çemberi
devletin çizdiği bir sınır olarak düşünelim.
Devletlerin sınırlarla bölünmesi ve sınırları belirlemesi, o topraklarda yaşayan ve o devletin
“vatandaşı” olan kişileri sınırın içinde yaşayan bireyler haline getirir. O devletin sınırları içinde
yaşayan kişilerin devletin vatandaşı olarak yapması gerekenler, sorumluluklar ve yükümlülükler
belirlenmiştir. Sınırlarla belirlenen coğrafyada bireylerin huzurlu ve bir arada yaşamasının koşulu
olarak hukuk sistemi mevcuttur; devletin bir parçası olan bireyin yapması gerekenler ve sahip
olduğu haklar vardır. Tabii, bunları konuşurken, devlet sınırları içinde yer alan vatandaşların bir
ulus olarak varsayıldığı; ortak dil, ortak kültür ve ortak değerler vurgusunu içine alan ulus devlet
formundan bahsettiğimin altını çizeyim. Yaşadığımız ülke de üniter bir devlet olmasından ötürü
ve yüzüncü yılına geldiğimiz cumhuriyet de ulus devlet formunda inşa edildiği için, Türkiye
içindeki sınırlar ve içeride olanlarla, dışarıda bırakılanlar incelmeye değer.
Bazı grupların devlet tarafından yok sayılması, bazılarının mercek altına alınması, bu formun
gereği gibidir. “Çember” şarkısının sözlerinde olduğu gibi çemberin içinde ya da dışında kalmak
söz konusu. Her bir birey o çemberin zaman zaman içinde zaman zaman dışında kalır. Milli
Eğitim sisteminde vatandaşlık dersinin üniversite boyutunda dahi devam etmesi boşuna değildir.
Devletin çizdiği bu çemberi biz de bireyler olarak yeniden üretmeyi öğreniriz. Bu çemberin
sınırları da sabit değildir.
Füsun Üstel, Makbul Vatandaş’ın Peşinde: II. Meşruiyetten Bu Yana Vatandaşlık Eğitimi
kitabında, hem Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de hem Fransız İhtilali Sonrası Kıta Avrupası’nda
bunu detaylı inceler. Kitabın girişinde bir alıntı var, bunu sizlerle paylaşmak isterim.
Cumhuriyetin 75. yıl kutlamalarında Denizcilik İşletmeleri’nin vapurlara astığı bir metin bu:
“Elinizdekini atmayın. Yerlere tükürmeyin! Koltukları kesmeyin! (Cep telefonunuzla bağıra bağıra
konuşmayın) Sigara içmeyin… Çevrenizi temiz tutun ki; 75 yıl önce Atamızın Cumhuriyet’i
kurarken düşlediği İYİ VATANDAŞ OLUN.”
Bugün, devletin gözünde makbul vatandaş kimdir, ya da iktidarın dilinde kimdir? Ben bunu
sorarak sınırın dışında kimler kalıyor diye anlamaya çalıştım. Bugünkü vatandaşa sesleniş nasıl
olur diye düşündüğümde şöyle bir güncel sesleniş çıktı:
“Milli Mücadele Destanına Giriş: Türk parası değer kaybetse de ona sahip çıkın. Aç da açıkta da
olsanız tamah edin!Sabrın sonu selamet olacaktır. Diğer uluslardan ne kadar önde olduğumuzu
görün! Avrupa kan ağlıyor. Evlatlarınıza sahip çıkın! Ortak akıl, ortak irade, ortak vicdanla,
makbul vatandaş olun!”
Devletin ve hükümetin sözcüleri olarak beliren siyasetçilerin, medya figürlerinin, yönergeleri
kaleme alanların ifadelerinde daha binlerce benzeri bulunabilir bu makbul vatandaş tanımına
dair. Kimileri de yasalarla, haklar ve özgürlüklerle çelişebilir. Hatta yasalar, uluslar arası
sözleşmelerle bile çelişebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı en eski sözleşmelerden biri
olan Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin düzenlemesine karşın, 16 yaşında bir çocuk bugün velisinin
rızasıyla evlendirilebiliyor, örneğin. Mevcut iktidarın siyasi yönelimlerine göre, hukuk sisteminin
sınırları çok çabuk değişebiliyor, dönüşebiliyor. Böyle olunca da makbul vatandaş tanımının
sınırları da muğlaklaşabiliyor.
Gelmek istediğim nokta, bu milli bilinç ve vatandaşlık vurgusunda, ortaklaşılamayan, kimi zaman
misafir, kimi zaman “bağzı” marjinal gruplar haline gelen bireylerin, grupların, alt kültürlerin
dışarıda bırakılması. Ve aslında, aynı sınırlar içinde yaşayan, hemşehri olarak görülmesi
gereken kişilerin dışlanması, damgalanması, etiketlenmesi ve bunun sonucunda hem haklarına
ulaşamamaları hem de iktidar ve iktidarlaşanlarca şiddete maruz kalması. Üstelik dışarıda
kalanların mercek altına alınmasıyla, bu dışlanmanın körüklendiğini de görüyoruz. Devlet
tarafından aslında tersine bir mercekle toplumsal sınırın çizildiği ve toplumun görmemesini
istediği dışlanan gruplara uygulanan ayrımcılık ve şiddet söz konusu.
Vatandaş sayılmayanlar hep dezavantajlı gruplar oluyor: Devletin normal kabul ettiği çekirdek
aile profilinin dışında kalanlar, çocuklar, zaman zaman kadınlar, LGBTİ+’lar, deliler, yani akli
dengesi yerinde olmayanlar, yaşlılar, yoksullar, özel gereksinimliler, işsizler, evsizler, vicdani
redciler…
Bu gruplar vatandaş olarak hiç kabul görmüyor ya da devlet hiçbir destekte bulunmuyor
denemez. Fakat yine de ele alınması gereken noktalar olduğunu düşünüyorum. Örneğin, çocuk
hakları bildirgesini Türkiye 1928 yılında imzaladı. Fakat 16 yaşındaki çocuğun velisinin
imzasıyla evlendirilmesi de hukuken mümkünse ülkede çocukların her zaman korunduğunu
söylemek uygun olmayacaktır. Mesela, mülteci sorununu tartışırken atladığımız bir hukuki
durum var: Belediye Kanunu’nun 13. Maddesine göre “Herkes ikamet ettiği beldenin
hemşehrisidir. Hemşehrilerin belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri
hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakkı vardır. Yardımların
insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulması zorunludur.” Bu tanım, vatandaş
tanımından çok daha kapsayıcıdır. Hukuki statüsü ne olursa olsun, bir beldenin sınırları içinde
yaşayan herkese hemşehrilik hukuku ile muamele edilmesi gerekir. Fakat ne hukukun temsilcisi
olan ya da ona uyması beklenen kurumlarda ne de toplumsal alanda işler böyle yürüyor.
III. Araf: Mülteci Deneyimi
“Mülteci sorunu”, bugün ülke gündeminde sık konuşulan konulardan biri. Medyada göçmen ve
mültecilerin Türkiye’de rahat yaşadıkları, haklara sahip oldukları, maaş aldıkları gibi iddialar var.
Fakat devlet koruması altında olması gereken, çeşitli ırk, statü ve kırılganlıklara sahip mülteciler
için Türkiye’de ve dünyada hayat çok iç açıcı değil. Ne hizmetlere ve haklara erişimleri var, ne
devlet yardımı alıyorlar, ne de (zannedildiğinin aksine) önümüzdeki seçimlerde oy verecekler.
Öncelikle, mülteci her daim araftadır: Coğrafi olarak, haklar bakımından ve ruhsal olarak arada
kalmıştır. Düşünün ki bir ülkenin vatandaşısınız ve orada zulme uğradığınız için başka bir ülkeye
sığınmak zorundasınız. Sığınma talebi için de mutlaka bir ülkenin vatandaşı olmanız gerek.
Kayıtsız bir göçmen bile olsanız, elinizde bir kimlikle gitmelisiniz; size nereli olduğunuz
sorulacaktır sığınmak istediğiniz ülkenin görevlilerince. Maruz kaldığınız zulmü de belgelemeniz
gerekecek. Şiddet, tecavüz, cinsel yönelimden kaynaklı ölüm tehdidi, dinsel ayrımcılık, azınlık
olmaktan kaynaklı şiddet… Sığındığınız ülke size önce mülteci hukukunun hayli sınırlı haklarını
teslim ederler. Sığınılan ülkeden üçüncü bir ülkeye gönderilmek de mümkün, ama
gönderilmemek daha olası, zira bu zorunlu bir hak değil. Yani mülteciyseniz sürekli bir
araftasınız. Hukuki kimliğiniz, bu ülkenin vatandaşı olanların erişebildiği tüm haklara sizi
eriştirmez.
Medyada popüler siyasete malzeme olsun diye yapılan yanlı haberler hukuki gerçeklerle
örtüşmüyor. Kurumlarca paylaşılan istatistikler ve sayılar da bunca insanın bu toplum içindeki
deneyimlerini yansıtmıyor. Hem haberlerin hem de sayıların eleştirel bir yoruma tabi tutulması
bizi hakikate daha yakın, gerçek hikayelere taşıyabilir.
2022’nin Ocak ayında başlayan adres tahkikatı ile tüm mülteciler belirtilen adreslere taşınmak
zorunda. Şu an Türkiye’deki belli başlı mahalleler ve iller, mültecilerin barınmaları için kapalı.
Fakat kiralar yükseldiği için açık mahallelere taşınmak da kolay değil. Bu uygulamanın amacı,
mültecilerin yaşadıkları yeri tespit edebilmek; kümeleşmelerini ve olası çatışmaları önlemek
olabilir. Eskişehir’de olmasa da Mersin, Adana, Gaziantep gibi Suriye sınırına yakın, yoğun
mülteci nüfusa sahip illerde ikamete kapalı mahalle sayısı daha fazla, açık mahalle sayısı daha
az. Mülteci ikametine kapalı mahallelerden açık mahallelere binbir güçlükle taşınmak zorunda
kalıyor insanlar.
Sadece mahallelerin nüfus planlamasında değil popüler siyasi söylemde de mülteci hep
araftadır. İktidardakiler de muhalefettekiler de hiçbir hukuki ve siyasi plana işaret etmeden
mültecilerle ve sınırlarla ilgili söylemler üretiyor. Çoğunlukla da dışlayıcı söylemler bunlar.
İlgili ve ilgisiz kurumlar da bu söylemleri yeniden üretiyorlar. Örneğin İl Göç İdaresi’nin
dergisinde yayımlanan bir afişte bir mülteci kampında gülümseyen bir çocuk görselinin altında
şunlar yazıyor: “Merhametin ve insanlığın son kale olduğu bu topraklarda, göçü önlemeyi değil,
yönetmeyi tercih edip ekmeğimizi, aşımızı paylaştık. #BüyüksünTürkiye diyerek çıktığımız bu
zorlu yolda: TANISAN SEN DE SEVERSİN.” Bu çocuk mülteci değil Kürt de olabilirdi, Ermeni de
olabilirdi. Sadece tanıdıklarımızı mı seviyoruz? Sınırlar tanışıklık üzerinden inşa ediliyorsa, kim
kimi tanıyacak ve sevecek?
Devletin gözü, bizim yerimize bu tanıdıklık kararını veriyor. Devlet, seçici görmeyi ve ötekilerin
görülmesini önlemeyi sağlayan, körleştirici bir mekanizma işletiyor. Hepimiz her an muhalif
görülüp, sobelenebiliriz. “Bağzı marjinal gruplar” devletin hazzetmediği söylemleri üreten,
pratikleri yaşayan kişileri kapsıyor. Bizim kavrayışımızdaki “göçebe” kavramıyla, her an hepimiz
devletin kör noktasına düşebiliriz. Bunun için de hukuk devleti yeni kanunlarla çözüm bulmaya
çalışıyor:
BASIN KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN
MADDE 29- 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununa 217 nci maddesinden sonra
gelmek üzere aşağıdaki madde eklenmiştir.
“Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma
MADDE 217/A- (1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve
dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını
bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla
cezalandırılır.
(2) Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi
hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”
Bu ucu açık maddeden dolayı her an, muhalif görülen biri dışarıda bırakılabilir; arafta kalabilir.
IV. Görmek ve Görmemek
Bu noktada tekrar makbul vatandaşa dönerek, Butler’ın Kırılgan Hayat adlı kitabında sorduğu
soruya dönmek isterim. Sadece vatandaş değil insan sayılan ve sayılmayanlar, ölümüyle bile
var olamayacaklar için soruyor Butler: “Kimin yaşamı insan yaşamı olarak sayılır ve kiminki
sayılmaz? Kimin yası tutulabilir?” Butler’ın Irak savaşından sonra ABD’de devletin savaş
görüntülerini halka sunarken savaşın gerçek görüntülerini sansürlemesi (ki Butler buna devlet
dramaturjisi adını veriyor) boşuna değil. Irak savaşından sonra Ebu Gureyb Cezaevi’ne konan
kişiler işkenceye maruz kaldı; Guantanamo kampındaki askeri suçlular, uluslararası hukuk
tarafından korunmadılar.
Aslında, hikâye tanıdık. Faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden Cumartesi Anneleri 27
Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda toplanıyor. Geçtiğimiz hafta
Eskişehir Okulu’na misafir olan Feray Salman, insan hakları üzerine yaptığı sunumda,
Türkiye’nin zorla kaybedilmeye ilişkin uluslararası sözleşmeyi yıllardır inatla imzalamadığını
aktardı.
Düşman askerleri, rejim muhalifleri, mülteciler dışarıda bırakılanların bir kısmı sadece. Devletin
bir yandan görmezden geldiği, popüler siyaset için ise malzeme ettiği bir mesele daha var:
Dışlanmış cinsellikler ve toplumsal cinsiyet. Bu da beden üzerindeki tahakkümle ve toplumu
kışkırtmayla birlikte ele alınıyor. Siyasilerin çok sevdiği “Sınır namustur,” gibi ifadeler, bedenin
sınırları için yeniden yürürlüğe girebiliyor. Ayıplanan, yuhalanan, marjinal ilan edilen bir grup var.
Bunlar hem içeride, hem dışarıda. Ama makbul vatandaşlar değiller. Bununla ilgili; KAOS Q+’ın
2016’da çıkan “Sınır” temaslı sayısından bir makaleyle ilgili üç beş kelam etmek isterim. Filipinli
akademisyen yazar Martin F. Manalansan’ın “Queer Kesişmeler: Göç Çalışmalarında Cinsellik
ve Toplumsal Cinsiyet” adlı makalesinde, cinselliğin, sadece üreme amaçlı cinsellik, perhiz,
istismar ve tecavüzle sınırlı değil, normatif şekilde toplumsal cinsiyetlendirilmiş aile hayatı ve
hoşlanmanın sürdürülmesini de kapsadığına vurgu yapar. Yakınlarda düzenlenen LGBTi karşıtı
mitingin tanıtımında kullanılan sloganı anımsayalım: “Anne, baba, evlatla hep mutlu.” Burada da
heteronormatif, hatta çocuklu aile mitiyle bir sınır çizilmiş durumda ve bunun dışında kalanlar
istenmiyor, ayıplanıyor, sapkın ilan ediliyor.
Bahsi geçen makalede Manalansan, göç çalışmalarında cinselliğin, vatandaşlığın ve ulusun
oluşumu ve tanımlanmasındaki kurucu role de işaret ettiğini söyler. Göç araştırmalarında ve
kavramsallaştırmalarında cinsellik, sosyal, ekonomik ve kültürel pratiklerle birlikte
düşünülmelidir. Çekirdek ve biyolojik aile algısının merkeze alınması sorunludur.
V. Göçebenin Direnişi
Hem cinsellik hem de vatandaşlık bağlamında arafta kalanlar, devletin bakışıyla ve güçleriyle
karşılaştıklarında kendi taktiklerini, direnişlerini uygulamaya koyuyorlar elbette. Her yıl
yasaklanan Onur Yürüyüşlerini, LGBTi eylemlerini ele alalım. Komüniste her yıl bu eylemleri
gerçekleştirmek için yaratıcı, dayanışmacı, bir aradalığı odağa koyan, neşeli (komünitenin
dilinde “gullüm”le) direniş örnekleri sergiliyor. Örneğin geçen sene Taksim’deki eylemler
yasaklandığında eylemci grup “Konum değişikliklerini bildireceğiz lubunya; takipte kal,”
bildirimiyle eylemi merkezsizleştirdiler; bir araya gelebildikleri her yerde slogan attılar, göbek
attılar, online buluşmaları sürdürdüler, malum bakışın süzgecinden sızarak bir araya gelmenin
yollarını aradılar ve buldular. Bu tavrın örnek alınası bir tavır olduğunu düşünüyorum.
HANDE ÇEVİK
1990, Bursa doğumlu. Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji lisansını, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Bir süre öğretmenlik yaptı. Öyküleri Sözcükler Dergisi, Rağmen Dergisi ve KulturaLitera gibi online platformlarda yayımlandı. Beş yıldır sivil toplum kuruluşlarında insani yardım alanında çalışma hayatına devam ediyor.