I.
Başlarken projeden ve kendimden bahsetmek isterim. Tepebaşı Belediyesi’nde 12 yıldır mimarlık, son bir yıldır da İmar ve Şehircilik Müdürü olarak çalışıyorum. Bunun yanında Osmangazi Üniversitesi ve Eskişehir Teknik Üniversitesi’nde mimari proje dersleri veriyorum zaman zaman. Mimarlığın teknik ve teorik yapma biçimleri dışında deneysel yaklaşımlarla da ilgileniyorum. Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak projesi de bu bağlamda beni ilgilendiriyor.
Devlet Gibi Görmek: Ulusun Mekanları başlığı altında göçebeliğin karşısına yerleşikliği koyuyorum
ve bu kategoriler altında ikili kavram dizileri öneriyorum. Kimi zaman karşıtlık içinde kimi zaman bir
arada anlaşılabilecek kavramlar bunlar. Nasıl yerleşiklikle göçebelik arasında keskin bir karşıtlık
yoksa, bu kategoriler altındaki kavramlar da karşıtlıktan ziyade frekans kayması gibi birbiri içinde
eriyebilen kavramlar benim için.
Sunumumun ilk kısmında bu kavramları , yani yer-uzam, mekan-boşluk, grid-offgrid, düzen-kaos,
dikte-deneyim, mülkiyet-kamusallık, birey-beden, tortu-iz ikililerini bir takım görsel imajlarla açmaya
çalışacağım. İkinci bölümde ise güncel Türkiye koşullarında mekanın nasıl düzenlendiği, mekana
ilişkin ne gibi denetimlerin ve kuralların işletildiği ile ilgili, toplumsal hayatımızı bunlarla koşullu
olarak nasıl yaşadığımızla ilgili bir sohbete girişmek istiyorum.
Yerleşiklik göçebeliğin karşıtı gibi görülse de aslında göçebelik yerleşikliğe uğrayan, ona
dönüşebilen, sonra onu yine terkeden bir akış halinde sürüyor. Dolayısıyla yerleşikliği kuran şey,
bizzat göçebeliktir. Biz göçlerle bir takım yerlere toplanıyor, oralara tutunuyor ve yerleşik düzene
evriliyoruz. Tarihsel olarak yerleşikliğin tarım toplumlarının oluşumuyla eşzamanlı olduğunu
biliyoruz. Göçer topluluklar, toprağı işlemek, topraktan ürün elde etmek, ıslah etmek, bu durumu o
toprak çevresinde bir süreye sürece yaymak, orada yaşamak, bulunmak, barınmak gibi birçok
bedensel ve toplumsal ihtiyaçları karşılamak için yerleşiklik düzlemini yarattı. Bu süreç de bir
birikime neden oldu. Bu birikim mekan, yapı, kültür olarak sonraki nesillere aktarılabilen bir mecrayı
oluşturdu.
Yerle uzamı birbirinden ayırt etmemin nedeni şu: Uzam bir nesnenin kapladığı yer, alan olarak ele alıyorum ve sonsuz bir mecra olarak anlamaya çalışıyorum. Yeri ise tanımlı, tariflenmiş, üzerine kültürel, toplumsal bir hayat katmanı kurulmuş bir alan olarak görüyorum. Bu yüzden yerleşiklik yere, göçebelik uzama dair kavramlar. Boşluk ve mekan da aynı şekilde. Mekan, mimarlık ve şehircilik gibi pratiklerle üretilen ve zihnimizde de hayal edebildiğimiz bir aralık. Dikte edilmiş kurallarla kurgulanabilen, maruz kaldığımız bir takım şeyler sonucunda zihnimizde belirebilen bir alan. Boşluk, tasarlanamayacak olsa da boşluk örüntüleri farklı deneyimleri içinde barındırarak var olabilir; bu yüzden de tecrübeye dayalı mimarinin konusu olmalıdır. Mekan üretilir, boşluk ise örgütlenir ve tasarlanır. Deneyseldir ve bedenin ilişkilerini daha fazla gözetir.
Beyaz bir uzam üzerinde bir kare: Arkaik zamanlarda uzamda dolaşan bedenlerimizin kare fikrine
ulaşması pek de mümkün değildir. Tabiatta kare, köşeli, ortogonal bir yapı yoktur; ta ki
gördüğümüz, tecrübe ettiğimiz şeyleri soyut, matematiksel bir düzlemde kavramaya çalışana dek.
Kare her zaman mekanı ve mekanın üretimini tarifler, boşluğu ve onun örgütlenmesini değil.
Mimarlar ve şehir plancıları bu geometriler sayesinde araziyi böler, porsiyonlar; onları yollar, yapı
adaları, kamusal zeminler ve adalar olarak kodlar, kendi uzamsal varlığı dışında başka bir
yüzeyde, kayıt üzerinde ölçeklendirerek yeniden üretiriz. Elbette bu mesleki bir kazanımdır. Kare
fikri oluştuktan sonra çoğalır, aralarında ilişkiler kurulan başka karelerle kent uzamının mekansal
tahayyülünü oluşturur.
Atalarımız, tecrübe ettikleri boşlukları kendi istençleriyle inşa etmeye başladılar. Ağaç dallarından
örülen çatkılar, bunlara tutturulan yapraklar, kürkler, ipliklerden elde edilen kumaşlarla kaplandı.
Gitgide soyutlanarak, geometrikleşerek bugün içinde yaşadığımız mekansal üretimler gerçekleşti.
Bugün içinde yaşadığımız mekanlar sadece kuşbakışı plan düzleminde değil, üç boyutta da gridal
bir yapıyla inşa ediliyor.
Bir kareyi bir haritadaki ya da bir hava fotoğrafındaki eski bir yerleşimin üzerine yerleştirdiğimizde, asla kare ile yerleşim örtüşmez. Eski yerleşimlerde kuşbakışı plan tahayyülü olmadığı için kendi tecrübelerinden çıkan gereksinimlerle inşa edilmiş ve geometrik olmayan bir yayılım vardır. Hava fotoğrafına yaklaşınca, yapı ölçeğinde de kare ile örtüşecek bir örnek bulunamaz, zira mimari bir zihnin ürünü değildir bunlar; bedensel tecrübenin çıktılarıdır. Köşeli, net, düz duvarlar yoktur bunlarda.
Hiçbir teknik ve geometrik bilgi olmadan, bugünkü teknolojiye sahip olmadığımızı hayal ederek,
düz bir duvarı bir zeminde nasıl inşa edebileceğimizi düşünelim. Kendi evini yapan insanda, çağlar
öncesinde yaşam alanını kuran insanda, yapısını ölçekle kayıt düzleminde tasarlamadan birebirde
yapan insanda bu bilgi yoktu. Bir çayırda, taşa, toprağa, beş altı bedene sahibiz; bu bilgi olmadan
düz bir duvarı nasıl inşa edebiliriz? Sunumun sonuna kadar bunu düşünmenizi istiyorum bir
yandan.
Tarım arazilerinin hayli geometrik bir şekilde parsellendiği bir imaj: Bunlar mülkiyet çizgileri.
Bunların üzerine şehirleri kuruyoruz. İstanbul, Yeni Delhi, Amsterdam gibi kentlere hava
fotoğraflarından ya da haritalardan bakınca birbirlerinden ayırmak zordur. Le Corbusier’nin inşa
edilmese de sonradan pek çok modern kente örnek olmuş ızgara planlı Radiant City’sini ve onun
maketi yukarıdan bakarken ideal kent planını ona dikte eder gibi görünen elini gördüğümüz bir
imaj. Savaş sonrası ekonomik, toplumsal krizleri aşmak için kentlerin verimli bir şekilde
planlanması için CIAM adı verilen uluslararası modern mimarlık kongreleri onlarca yıl boyunca bu
modern kent anlayışını dikte ettiler. Benim eğitim aldığım kurumda, Osmangazi Mimarlık
Fakültesi’nde üç dönem boyunca Le Corbusier’in fikirlerine maruz kaldım. Bir yandan da Kenan
Güvenç ve Recep Üstün’ün derslerinde bu dikte anlayışının tam tersi anarşizan yaklaşımları ile
tanıştım. Bu tecrübe, benim dikte mimarlığı ile deneyim mimarlığını karşı karşıya koymamı
mümkün kılıyor.
Le Corbusier'den bahsedip de onun ölçek olarak kullandığı Modulor adamından bahsetmemek
olmaz. Vitruvius’un adamından ilhamla tasarladığını biliyoruz Le Corbusier’in. Kentin ideal bir
şekilde tasarlanması için ölçek olarak alınan bedenlerin erkek bedeni olduğuna dikkat çekelim. Bri
yandan da kentten uzaklaştıkça, giderek daha da yüksekten kente bakmaya başladıkça, kentin
zeminindeki yaşantılar ve bedenlerin görünmez hale geldiğini de not edelim. Bu bedenler, artık,
organize edilmesi gereken, bir yerden bir başka yere taşınması gereken, bir yerde istiflenmesi
gereken, kent içinde yaşayacakları hayatın planlanması, tasarlanması gereken bedenler oluyorlar.
Vitruvius’un da, Viturivus adamını çizen Leonardo Da Vinci’nin de Le Corbusier’nin de altın oran ve
ideal beden üzerinden kurdukları imgelemin birbirlerini etkiledikleri çok açık.
Da Vinci, Vitruvius adamını çizerken ideal bedeni bir dikdörtgen içine, sonra o dikdörtgeni de bir
daire içine alır. Kare beden, çember ise ruhtur. Altın oran ve Fibonacci dizisi üzerinden inşa edilen
bu beden temsili sonsuzca büyüyebilecek bir oranlar silsilesi verir ve bu mükemmel ölçüler evrenin
her bir parçasında tespit edilebilir. Modulor adamının da beden parçaları arasındaki ölçek ilişkileri
bu mükemmel formüle uygundur. Le Corbusier binalarını ve kentlerini de bu bedeni kurduğu
formülle kurmayı önerir.
Gerçek hayat bu formüllere, bu ideal ölçülere uyacak bir şey değil. İdeal beden yoktur. Gündelik
hayatlarımız, bedensel ölçülerimiz, tecrübemiz idealize edilmekte uzaktır. Ben bunun yerine
boşluğu önemsemeyi öneriyorum. Boşluğun kendisi, boşluğun imkanları, boşluğun içindeki
gündelik hayatın farkındalığı daha önemsenesi geliyor bana. Gündelik tecrübelerimizin o boşluğun
çeperlerini, kabuğunu inşa etme biçimi tasarımsal açıdan daha kıymetli.
Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak başlığı altında, atölye çalışmalarında, ulusun mekanları yerine
boşluğu öncelemeyi önereceğiz.
CIAM kongrelerine katılan bir grup mimar, 9. Kongrede karşıt fikirler sundular. O kongrede
yayımladıkları muhalif manifesto CIAM’ın sonunu getirmiştir. Deneysel üretimlerine sonradan Team
Ten olarak devam eden bu ekibin logosu da kendi tasarım anlayışlarını ve modernist tasarımla
aralarındaki ihtilafı sergiler gibidir. İnsanları, mekanları ve onlar arasındaki ağsı ilişkileri önceleyen
bir anlayışları vardır, tıpkı logolarındaki gibi. Bir mimari eskize benzeyen ve mekanla boşluk
arasındaki ilişkilere yönelen bu imge, Le Corbusier’deki ortogonalliği reddeder.
Konumuz göçebelik ve göçebeler. www.nomads.org sitesinden aldığım göçebe yapıların görselleri, az
önce anlattığım modernist mekansal tavırdan farklı olarak, göçebenin kendi bedensel koşulların
çeperine, etrafındaki boşluğu örmesinin örnekleri. Bu örneklerde köşeler yoktur, netlik yoktur.
Bunların planı çizilemez. Bunların ancak lekesi çıkartılabilir, izi sürülebilir. Ölçülerle, matematiksel
olarak plan şemasına aktarılamazlar.
İdeal beden, mekan meselesine dönelim tekrar. 60’larda İtalya Floransa’da ortaya çıkan
Superstudio adlı mimarlık ekibi, gridal yapıların görselleriyle ütopik kolajlar oluşturup o dönemin
sanat ortamlarında sergilediler. Şimdi Roma’da Maxxi Müzesi’nde yer alıyor bu işlerin bazıları. Bu
kolajlar o dönemde modern mimarlığın gridal araçlarını abartarak, mekanlara yerleştirerek, insan
hayatlarının bu gereçlerle ilişkisini sorgulayarak modern mimarlığın bir antitezini sundular. O ideal
kent fikri tam anlamıyla vuku bulmuş olsaydı muhtemelen bu görsellerdeki gibi bir distopya içinde
yaşayacaktık.
Kent, sadece barınma mekanı değil, üretimin gerçekleştiği, dağıtıldığı bir mekan; sermayenin
toplandığı ve dağıldığı bir mekandır. Sermaye, lojistik, üretim, mülkiyet, yönetim, kontrol, sağlık,
bunların hepsi kentler katmanlaştıkça mekansal tortular oluşturup varlıklarını sürdürür. Kent ürün,
iş kapasitesi, altyapı, atık, çöp, yapılar, yapılar arası ulaşım gereçleri üretir. Aynı zamanda kentliyi
de o kentin muktedirleri ve tebaası, dışsallaşan kimlikleri olarak üretir. Kent merkezindeki ve işlek
alanlardaki faaliyetler ve kentliler çeperlere savrulduğunda, bu merkezlerde zamanla çöküntü
alanları meydana gelir; bu da kentin ürettiği tortulardandır. Bizim göçebeler ulusu fikrine de dahil
olabilecek, göçebelik tanımı içinde yer alabilecek bir olgudur bu.
Göçebelikten bahsederken kentin, savaşlar ve iklim kriziyle beraber derinleşen göçlerle
oluştuğunu, siyasi iktidarların bunlar üzerinden ayrımcı söylemler ürettiğini söylüyoruz.
Yaşadığımız kent üzerinde etnik kimliği, cinsel yönelimi, siyasi düşüncesi, ekonomik koşulları
nedeniyle kentlilerin çoğu potansiyel göçebe haline gelir. Göçebeliğin akışkanlığı üzerine
düşününce de göçebelik tecrübesinin tortular değil izler bıraktığını söylemek mümkün. O izler
aktarılırken manipüle edilebilir, dönüşebilir. Bu, bir kültür birikiminden ziyade deneyim aktarımı gibi
düşünülmelidir. Tortular ise kurallar, dogmalar, kabuller ve sınırlar üretir. Modern kentte yaşayan
herkes bu sınırlardan ve kurallardan muzdarip birer göçebe olarak konumlanabiliyoruz. Kentin
kültürü ve politikası da buradan türüyor.
Aldo Rossi’nin Kentin Mimarisi kitabındaki imajlardan birinde mülkiyet ilişkilerinden ötürü gridal olarak bölünmüş tarım arazileri, bir diğerinde de kentsel yapıların yerleşimi görülür. İki imajda da mekanın porsiyonlanma, bölünme, sınırlanma biçimleri çok benzerdir. Eski mülkiyet ilişkilerinin bölümlenmesi üzerine kurulmuştur kent planı. Eskişehir’in hava fotoğraflarında da planlanmış ve planlanmamış arazileri yan yana görmek ve planlanmamış kısmında planlanana benzeyeceğini öngörmek mümkün. Yolların aynı hatlarda sürdürüleceğini, benzer bir örüntüye orada da rastlanacak gelecekte. Plan ve yapı katmanı da bir tortudur ve deneyime, göçebeliğe tabi değil, mülkiyet ilişkilerine tabidir.
Bunu imgesel ve tasarımsal bir yerden kavramaya da çalışıyorum bir yandan. Mülkiyet,
sermayenin bu mülkiyet üzerinden bölünüp parçalanması ve başka türde bir sermayeye doğru,
mesela konut inşaatına doğru evriltmesi. Bugün, talebin çok üstünde bir konut arzı mevcut. Nüfus
yoğunluğundan ya da arsa sahiplerinin ihtiyaçlarından bağımsız olarak, imara açılmamış alanların
imara açılmakta; müteahhitlerin ve tabii ki mühendislerin, mimarların faaliyetleriyle bunlar mülke
dönüştürülmekte. Bu arazilerin sahipleri kendi ihtiyaç duydukları konutları, depoları, iş yerlerini
yaptırmak için bu imar faaliyetine yönelmiyorlar. Müteahhitlerin etkisiyle arazi mülkünü konut
mülküne çevirmek burada söz konusu olan. Eskişehir nüfusunun bu kadar konuta ihtiyacı da yok.
Kentler sürekli çeperlerini aşarak genişlerken, kent merkezlerinde yapıları, altyapıları ve hizmetleri
yenilenmeyen tortular bırakır. Bu çöküntü alanlarında kira değerleri gitgide düşer, bu düşüş de
orada yaşayan demografiyi belirler. Toplumun ekonomik ve sosyal olarak dışına itilen kentliler
oralarda birikir. Bunlar gerçekleşirken de bir yandan TOKİ diye bir hamle var. Şehrin uzak
köşelerine yönelen, birbirine çok benzeyen yapılar inşa eden TOKİ yapıları sosyal konuta
dönüşemez. Aslen bunlar da birer tortuya dönüşür; çeperleri tanımlarlar ve bunlara eklemlenecek
başka sermayelerin dayanağı haline gelirler. Şehrin dışındaki konumların yavaş yavaş uydu kent
gibi şehirleşmesine neden olurlar. Bu, devlet eliyle kent içi bir göç yapılandırmaktır. Planlayarak
zayıflatılan yurttaşın barınma sorununa maruz bırakılması, kentin dışına sürülmesi ve kentin sosyal
dokusundan uzağa çekilmesidir bu.
Yapılar, yükseklikleri, aralarındaki boşluklar gibi bir sürü teknik mesele bambaşka şekilde de
çalışılabilecek ve çözülebilecekken, farklı ekonomik koşullarla beslenebilecekken, olabildiğince
ucuza mülk sahibi edinme ve edindirme saikiyle her biri aynı düşük kalitede planlanıyor ve inşa
ediliyor bu yapılar. Göçebeler ulusunu hayal ederken kentin dışına bu yolla sürülmüş insanların da
yeri olduğunu düşünüyorum.
Yakın zamanda Gazete Duvar’da çıkan bir haberde, Adana Seyhan Barajı’nın gölü üzerinde inşa
edilen yüzen birimler konu ediliyordu. TOKİ evlerinin karşısına bunları koyabiliriz. TOKİ bir diktedir;
bu yüzen yapılar ise bir deneyim, bir istenç örneğidir. Buradaki tavır, yani göçebenin davranışı, bize
kentsel deneyimi, gündelik deneyimi, mekanın nasıl tahayyül edilebileceğini bir başka yerden
gösteriyor. Devlet 25 Ekim’e dek bu yapıların kaldırılacağını ilan etmiş. Devletin hakim olmadığı,
toprağın değil de suyun üstündeki bu işgal de bir göçebeler ulusunun mekana bakışına ilham
verebilir.
Buna yakın bir başka örnek de COVID sürecinde daha görünür hale geldi. Pek çok kentli, kent
dışında edindikleri arazilerde biraz tarım yapabilmek, vakit geçirebilmek, evde hapsolmamak için
küçük evler inşa etmeye başladılar. Tabii. Tarım arazilerine yapı inşa etmek için bir takım
prosedürler var, kafanıza göre yapı inşa edemiyorsunuz. “Tiny House”lar artık bir ürün olarak
üretilip satılabiliyor. Ama hep bahsettiğimiz gridal yapının ve kent düzeninin sunacağından çok
daha fazla olanaklar sunuyor. “Off-grid” bir yerde yaşamanın, insanların kendi bedenleriyle mekan
arasında ilişki kurmalarının imkanını sunan bir olgu bu.
Ruhsatlandırmaya kalkışıldığında, prosedürler çeşitli koşullarla bu yapıların bu hafifliğini ortadan
kaldırıyor. Rüzgara, depreme dayanıklılığının ölçülebilmesi vs. Gibi zorunluklarla bu yapılar
ağırlaşıyor, inşaatlaşıyor. Halbuki bunlar basit ve bireysel olduklarında anlamlılar. Biz de acaba
bunlardan yola çıkarak tip projeler önerebilir miyiz, modüller tasarlayabilir miyiz diye düşündük
belediyede çalışan bir ekip olarak; ama bunu yapamayacağımızla yüzleştik. Zemin etüdü, sondaj,
yapının bir taşeron tarafından yapılması, mimar ve mühendislerle projelendirilmesi zorunluğu bunu
imkansız kılıyor bürokratik olarak.
Kabaca atölyelerde yapmak istediğim şeylerin üzerine oturduğu fikir ve algıları kat etmeye çalıştım.
Kenti olumlamıyor, reddediyor değilim. Bugün bunları hayal edebiliyor olmamızın sebebi de kenttir.
Sadece onun nasıl bir tahakküm aracı olduğunu da görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kentin
dışladığı figürlerin içinde yaşadığı koşulları, göçebeler ulusunu hayal etmek için gözden
geçirmeliyiz diye düşünüyorum.
Göçebeler ulusunun tasarıma bakışını düşünürken ve uygularken Stavros Strandes’in “kentsel
heterotopya” kavramına değineceğim. Göçebeler ulusunu kentte dışlananların kurabileceği kentsel
eşikler olarak hayal etmeyi öneriyorum. Projenin atölye çalışmalarında bunları sınamayı istiyorum.
Bunu anlatarak ve örneklere bakarak, ama daha çok da yapıp ederek becerebiliriz. Farklı
kimliklerin, kentin dışladığı bedenlerin bir müzakere alanı olarak eşikler kenti, ya da bizim
terimlerimizle bir göçebeler ulusu tasarlamaktan bahsediyorum.
II.
Hiçbir gelişkin gereç olmadan düz bir duvar örmeye çalışsak ve bunu sadece bedenimizin
tecrübesiyle erişebileceğimiz bir yordamla yapsak nasıl olurdu? Tasarımı sıfır noktasından
başlatmayı denesek, nasıl olurdu? Bugün tasarım yaparken, mevcut ya da muhayyel bir mekanı
düşünürken elimizde metre, santim gibi temel soyut gereçler var. Tasarım programları çok daha
gelişkin soyut gereçler de sunuyor bize. Bunların var olmadığı bir zamanda, sadece bedenimizin
tecrübesine yaslanarak düz bir duvar örecek olsak ne yapardık?
Bunu, göçebeliğin bir analojisi olarak düşünmek de mümkün. Herhangi bir yerleşik kurumun ve
bilginin olmadığı bir zamanda, belki de düzlük fikrini bile sıfırdan edinmemizi gerektirecek bir
zamanda yapmaya çalıştığımızı düşünelim bunu. Bugün savaştan kaçarak başka ülkelere sığınmış
göçmenlerin, tüm imkanların ellerinden alındığı koşullarda sıfırdan bir hayat inşa etmesi gibi.
Binlerce yıl önceki göçebenin de bugünün göçebesinin de somut ve soyut olanaklardan yoksun
olduğu, ama bir mekan tasarlamak zorunda kaldığı durumda, başlaması gereken yer burası.
Zemini düzlemek için büyük bir tekerleğin bile olmadığı, belki kendi bedeninin ağırlığıyla zemini
düzlemek zorunda kaldığı, bir başka göçebenin bedeniyle karşı karşıya geçip, bedenin erişebildiği,
düzlük için örnek oluşturabilecek buluntu öğelerle düz duvarın rotasını yatayda kurmaya çalıştığı
bir sahne. Zeminde o rota, duvarın ilk katmanı düz kılınabilse de taşı taş üstüne koyarken düşeyde
aynı düzlüğü elde etmek için bile, yerçekimini kullanan şakul benzeri bir teknolojiye ihtiyaç
duyacaktır bu figürler.
Birlikte hayal etmemizi istediğim sahne, bugün bu koşullardan ne kadar uzakta olduğumuzu
vurguluyor aslında. Bugün mekansal bir öğeyi ya da kompozisyonu hayal ederken biz kendi
bedenimizi, istencimizi, deneyimimizi değil; içine doğduğumuz modern gridal kurguyu esas alıyoruz
gibi geliyor. Atölye çalışmalarında bu kurgudan uzaklaşmanın yollarını arayacağız.
Türkiye’deki imar tarihine baktığımızda bu gridal ve modernist tavrın altının dolmadığını da görmek
mümkün. Şehre göç dalgaları sonrası şehirlerin çeperlerinde artan gecekondu alanlarının imar
barışı hamleleriyle kent planına katılmasının bir kez yapılıp sonrasının o kent planına uygun
şekilde ilerlemesini beklerdik; halbuki birkaç yılda bir devlet yine imar barışlarıyla bu düzensizliği
onayarak kent planının o modernist halini sürdüremediğini de ilan etmiş oluyor. TOKİ örneği de bu
tavrın işlemediğinin örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Dünyanın her yerinde sosyal konut
projeleri var ve TOKİ’nin yaptığından çok farklı şekillerde çözülebiliyor bu mesele. Mülkiyet edinme
zorunluluğu olmayan, ama barınma sorunu yaşayanların faydalanabildiği formüller de mevcut.
Hasılı, buradaki mevzu, gridal, ideal, modernist kent değil, daha çalakalem sürdürülen bir mülk
aktarımı süreci. Bu mimari öğretileri savunan kurumlar olsa da gerçeklikte işler bu ideal rotalardan
bir hayli sapıyor. Her üretilen toplu konutun konut fiyatlarını artırdığı bir süreci yaşıyoruz.
İnşa etme gibi, endüstriyel ve sivil mimariyi koruma hamleleri de ulus devletin kuruluşuyla atbaşı
giden uygulamalar. Fakat burada da tasarıma pek de yol vermeyen ezberler hakim. Sözgelimi,
Eskişehir sanayi açısından Türkiye Cumhuriyeti için mühim bir kent olagelmiş. Fabrikalar bölgesi
diye andığımız bölgede TÜLOMSAŞ ve kiremit fabrikaları var. O bölgenin kentsel dönüşümünde, o
yapıların çok yakınındaki imar edilmiş bölgelerdeki yapılar, sanayi mirası kabul edilen yapılardan
çok farklı işlevlere ve tasarımlara sahip. Ofis ve konut olarak iş gören ve ciddi bir inşaat
sermayesini döndüren bir bölge orası. Yeni yapılan planlarda fabrikalar yerine inşa edilecek
yapılarda da yine ofis, konut ve alışveriş merkezi işlevleri öngörülüyor. Bundan daha başka işlevleri
oraya yerleştirmek imkansız gibi bir şey. Oranın kendi bağlamından ve deneyiminden bir şey
çıkmıyor nedense. Bu yapıları tasarlayan mimara sorsanız bununla ilgili bir argüman sunar. Ama o
argümanın başladığı yer, zemin olarak kabul ettiği yer deneyim değil, gridal yapı ve sermayenin
alışıldık akışıdır. Bu alışıldık akış, dönüştürülecek bölgenin kendisinden türeyen bir istenç, bir
dönüşüm motivasyonu olamadığını, sermayenin oraya uygunsuz bir tasarım dayattığını anlatır
bize. Orada şu an olan, metruk sanayi yapıların çevresini ıslah edilemez bitkilerin, otların
bürüdüğü, kimi patikaların sürülebildiği bir izdir. Oranın dönüşmeye ihtiyacı yok aslında; oraya bir
şey dayatılıyor.
Bir diğer koruma ve dönüşüm örneği de şu an içinde bulunduğumuz Odunpazarı bölgesi. Burada
ise eski yapı tarzının kopyası olan dönüşüm projeleri talep ediliyor idare tarafından. Halbuki
koruma, bambaşka bir tasarım tavrıyla, bir gerilim içinde de icra edilebilir. Örneğin şimdi içinde
olduğumuz bina birkaç yıl önce inşa edilmiş ve eski Odunpazarı evi gibi görünmeye çalışan bir
bina. Hayal edelim: Bu bina camdan bir kutu şeklinde tasarlansaydı ve mahallenin her iki tarafını
da şeffaflığıyla görünür kılsaydı, camdaki yansımalarla da Odunpazarı evlerinin imgelerini
çoğaltsaydı nasıl olurdu? Fakat nostaljik ve turistik kentsel dönüşüm bunun tam tersini vazediyor.
Bu nostalji, turistik görünüm, iyi fotoğraf verme gibi saikler aslında bu tür yerlerdeki geçmiş
deneyimin izini silme hamleleri haline geliyor. Sadece satılabilecek şeyler en satılabilir hale
getirilerek dönüştürülüyor ve korunuyor, diğer izlerin her biri özenle/özensizlikle siliniyor.
EŞREF TANER İLERDE
1986, Zonguldak doğumlu. 2009 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Mimarlık bölümünde lisans eğitimini, 2019 Anadolu Üniversitesi Mimarlık Bölümü Bina Bilgisi Ana Bilim Dalında yüksek lisansını tamamladı. 2010 yılından beri Tepebaşı Belediyesi bünyesinde çalışmalarını sürdürmekle birlikte; mimari tasarım, kentsel planlama ve stratejik planlama bağlamında hem yerel yönetim hem de üniversitelerde çalışmalar ve dersler yürütmektedir.